Gurbette Ömrüm Geçecek (Türkistan Notları -10)
Kapı açılmadı, ama kapının sağından bir pencere yavaşça aralandı. Güvenlik olduğu anlaşılan adam, yüksek bir sesle ne istediğimizi sordu. Şah-ı Nakşibend’i ziyaret etmek istiyoruz, dedik. Sert bir dille bu saatte mümkün olmadığını söyledi. Tam pencereyi kapatacakken pencereyi tutup Türkiye’den geldiğimizi, trenimizin sabah çok erken saatte Buhara’dan ayrılacağını, bir dua edip hemen çıkacağımızı yalvara yakara anlattık.
**
Adam, kapıya doğru gitmemizi işaret etti. Pencerenin önünden çekilip tekrar kapıya doğru geçtik. Tamamdı, içeri alınacaktık, eşikte durmuş, ayak sesi dinliyorduk derken… Çatık kaşlı güvenlik, kapıyı aralayarak başını çıkardı.
***
-İçeri bir kişi girsin!
Haydaa…
Ziyaret için hepimizi temsilen bir kişiyi mi sokacaktık? Kim girecekti?
***
Serkan, ben abdestliyim, dedi öne atıldı. Gürhan, gezinin lideri olduğu için bir omuz çelmesiyle Serkan’ın önüne geçti. Hepimiz kapıya yığılmıştık, güvenliğin belki içimizden birini işaret edeceğini umuyorduk. Tabii kimsenin aklına kapının açılmasına vesile olan Selami gelmemişti.
***
Gürhan vücut avantajını kullanıp içeri attı kendini. Heybetli kapı yüzümüze sertçe kapanmıştı. Ne oluyordu? Kısa zaman içinde; bir ümit, bir ümitsizlik, bir ümit, bir ümitsizlik yaşıyorduk peş peşe.
***
Serkan hâlâ söylenmekteydi.
-Abdestli olan bendim!
***
Bir dakika geçmedi, Gürhan dışarı çıktı. Ziyaret, ne de çabuk gerçekleşmişti. Yüzünde muzip çocuklara has, alaycı bir gülümseme, Serkan’a baktı. Serkan, homurdanmayı bir türlü kesmiyordu.
-Abdestli olan bendim…
***
Ne gördün, ziyaret ettin mi, dedik yarım ağızla. Bütün dişlerini göstererek güldü:
-Yürüyün, arkaya...
***
Böyle durumlarda Gürhan ne diyor ya da nasıl hareket ediyor anlamak kolay değildi. Kafilemize başkan olarak onu seçmiştik. Yurt dışı tecrübesi hepimizden iyiydi, ama yaptığı işlerde, verdiği kararlarda ufak da olsa bir açıklama yapma ihtiyacı duymazdı.
***
Sağdan, sağdan... Soldan, soldan... Bekleyeceğiz burada... Bekleyeceğiz... Bavulları birleştirin... Birleştirdik... Siz önden gidin... Gidiyoruz...
***
Ne dese emir telakki ediyorduk. Evet, sonunda bizi selamete çıkarıyordu; ama çıkana kadar da herkesin kafasında kırk tane tilki dolanıyordu. Şimdi de yine peşine takılmış gidiyorduk. Ne demişti?
-Yürüyün arkaya...
***
Bir yandan bahçe boyunca seri halde yürüyor, diğer yandan ne yapmaya çalıştığımızı anlamaya çalışıyorduk. Gürhan, güvenliği ikna etmişti. Hepimizi, binanın yüksek duvarları dibinden arka tarafa doğru tek sıra halinde yürütüyordu.
***
Külliyenin ana giriş kısımları kameralarla izlenmekteydi. Güvenliğin dediğini yaparak içerideki kameraları bir şekilde atlatacaktık. Birkaç yüz metre sadece arka bahçeye açılan kapıyı bulmak için koştuk. Kapıyı bulduktan sonra da ziyaretgâhın bulunduğu yere, bir o kadar mesafe daha koştuk.
***
Güvenlik ve yanındaki yaşlı türbedar, beraber karşıladılar bizi. Bu defa da abdest alabilmek için birkaç yüz metre öteye, şadırvana yarıştık. Bahçe karanlık, önümüzü görmüyorduk. Dikkat çekmemek için telefon lambalarını bile yakmayı yasaklamıştı başkan. Dışarıdan biri halimize baksa; bu zifiri karanlıkta hırsız polis oyunu oynadığımızı sanırdı ya da gerçekten hırsız...
***
Nihayet ağır adımlarla Hâce-i belâ-gerdan’a ulaştık.
***
Buharalılar için “Hâce-i belâ-gerdân” yani belayı defeden hoca anlamına gelen Bahaeddin Nakşibend’in ağaçlar altındaki mermer makberi önünde durduk. Kendisinin cenaze merasiminde okunmasını istediği beyti hatırladık:
***
Büyük müflisleriz köyünde ey Şâh
Cemâlinden kılarız şey’en lillâh
***
Evet, hepimiz iflas içindeydik o köyde. En başta da durmaksızın geçen zamanın karşısında hep kendinden yiyen müflislerdik. Her defasında aynı tuzaklara tutulan, tam toparladım derken yine düşen ve hatta çoğu zaman düştüğünün farkında bile olamayan gafillerdik…
***
Yine de bir nakış yani iz üstünde olduğumuza dair elimizde bir gösterge tutuyorduk: Dostluğumuz... Gizli zikrin kalpte bıraktığı nakış gibi arkadaşlığın gönülde bıraktığı vefa izini takip etmeye çalışıyorduk.
***
Zaman geçtikçe dostlarımız, eski dost oluyordu. Fakat bu eski, aşınan bir eski değil de kıdem alan, ortak değere dönüşen bir eski olması gerekiyordu. Bir şeyin gelenekleşmesi, bazen o şeydeki ruhu söndürüyor.
***
İşte silsile denen zincir, gelenek demekti. Kitaplar, Şah-ı Nakşibend’in -genel kabulün aksine- bir tarikat silsilesine bağlanmanın kendi başına bir şey ifade etmeyeceğini söylediğini yazıyor. Müridleri için belli bir giyim tarzına da mesafeliymiş hazret.
***
Bunlar neden aklımıza geliyordu şimdi. Çünkü biliyorduk, bu tasavvufi şahsiyetler ve onların düşünceleri sistemleşip kurumsallaştıkça muhafazakarlaşmaktaydı. Muhafazakarlaştıkça da dışarıya karşı görünür görünmez setler örmekteydiler.
***
Rahatsızlık duyuyorduk. Neyden? Siyasi-ekonomik kirli ilişkiler içerisine giren birtakım tarikatların; gelecek nesillere yazılı bir eser bile bırakamamış bu gönül erlerini, çıkarları doğrultusunda istismar etmelerinden.
***
Acaba görüşlerimde bir hata mı var, diyerek kendisini her daim ilim sahiplerine hesaba çektiren Şah-ı Nakşibend’in durduğu yer nerede; hiçbir şekilde eleştiriye kapı aralatmayan; ama Şah-ı Nakşibend’e müntesip olmakla kendini sorgulanmaz gören birtakım zevatın yeri nerede?
***
Kendimizi bu mütevazı kabrin başında huzur içinde hissettik. Gün içerisinde Türkistan sokaklarında karşılaştığımız güler yüzlü pirlerden biri de oydu sanki. Gerçi kendisinin de beslendiği Pîr-i Türkistan’a (Hoca Ahmed Yesevî) ilerleyen günlerde gitme niyetimiz, belki de bu gece ona kavuşmamızı müyesser kılmıştı, kim bilir?
***
Bu bahçenin dingin havasında biraz daha vakit geçirebilirdik; ama telefonumuz art arda çalıyordu. Kendini kötü hissettiğinden bizimle buraya gelemeyip yolun kenarındaki tesiste bekleyen Haşim fenalaşmıştı.
***
Koşturmacamız yine başlıyordu. Geldiğimiz yoldan geri döndük. Yanına vardığımızda Haşim çok kötü bir halde, kıvranıyordu. Taksideyken bunun basit bir mide problemi olabileceğini zannetmiştik. Ama sapsarı benzi, morarmış dudakları durumun hiç de iyi gözükmediğinin alametleriydi.
***
Ne yapmalıydık?
Haşim’e sorduk. Ne yapalım?
İnleyen bir sesle:
-Ayollar tuvaleti kullanmama izin vermiyorlar, dedi.
-Ayollar kim?
-Marketteki kadınlar?
***
Ayollar, keçi gibi inatçı... Gerçekten tuvaleti kullandırmıyorlar, Nuh diyor, peygamber demiyorlardı. Arkadaşlardan biri, çay ocağında oturan polislerin bu problemi çözebileceğini düşünüp iki polise doğru yöneldi:
-Arkadaşımız çok hasta. Ayollar tuvaleti kullanmaya izin vermiyorlar, bir şeyler yapın hemen, dedi.
***
Türkçede teklifsiz konuşmanın ünlemi olan “ayol” kelimesi, problemimizin temelini oluşturmaktaydı. Birkaç defa biz de denedik ayollarla konuşmayı; ama umursamaz ayollar yüzümüze bile bakmadılar.
***
Polis, hiçbir şey yapamadı ayollara. Haşim bulduğu yere istifrağ ediyor, iki büklüm olmuş, kıvrılarak inleyip duruyordu. Küçük şişe sularımızla yüzünü yıkamaya çalışıyorduk. Polisler, etraftaki evlerin kapılarına vurdu ama hiçbirinden ses çıkmadı.
***
Haşim’i lavabo ihtiyacı için yakındaki meyve bahçelerine taşıdık. Yarı baygın, yerde yatıyordu zavallı dostumuz. Zehirlendiğini söylüyordu. Bazı ilaç isimlerini sayıklıyor, o ilaçları içtiğinde hemen iyileşeceğine inanıyordu. Tuzlu su içirdik, ama çare değildi.
***
Önce ambulans çağırmayı düşündük. Ama ambulansı beklemektense taksiyle gitmek daha mantıklıydı. Zaten taksilerimiz de bir saattir hazırda beklemekteydi bizi. Arkadaşların yarısını birinci taksiyle otele gönderdik. Biz de Resul'ü yanımıza alarak ikinci taksiyle en yakın hastaneye Haşim’i götürmek üzere yola çıktık.
***
Taksinin arka koltuğundaydık. Haşim, kaldıramadığı başını omzumuza düşürdüğünde gömleğimiz ıslanıyor, bacağımıza koyduğunda pantolonumuz sırılsıklam oluyordu. Buz gibi terliyor, tir tir titriyordu. Hatta yer yer halüsinasyonlar görüyordu.
***
Taksici, yiyeceği trafik cezadan korkuyor, bazı yollarda hızını iyice düşürüyordu. O yavaşladıkça biz geriliyorduk. Yine de vaziyetin vahametini anlatıp arabayı biraz olsun hızlandırmayı başarmıştık. Sonunda Buhara Şehir Hastanesi’ne ulaştığımızda, saat sabaha karşı 3’e yaklaşmıştı.
***
Hastamızın ayakta durabilecek takati yoktu. Hastabakıcılar acil kısmında sıralanmış gelen hastaları beklemekteydi. Koşup hemen bir tekerlekli sandalyeye oturttular Haşim’i. Hastane dolu değildi. Koridorlarda tek tük hastalar görünüyordu. Bu sebepten sıra beklemedik. Hastanın kimliğini aldılar. Sonra ultrason ve röntgene götürdüler Haşim’i.
***
Hastanenin şekli, personelin kıyafeti, odalar, sedyeler, yataklar, masa ve sandalyeler, yazılı kağıtlar, kısaca düzenin işleyişi… Bunlar otuz kırk yıl öncesindeki Türkiye manzarasını hatırlatmaktaydı bize. Bizimkinden farklı olarak sadece hastane sakindi.
***
Hemşireler, hastabakıcılar, sağlık memurları ve doktorlar… Hastamız azami ölçüde ilgi görmekteydi. Oysa ilk bakışta eski, geri kalmış imajı veren ve bizdeki ileri hastanelerle kıyas yapmamıza neden olan ortamın eksiklikleri; personelinin hastaya gösterdiği ilgi düzeyi karşısında bir bir silinmekteydi.
***
Gözümüzün içine bakan hastane çalışanlarının tebessümü, acaba yabancı olduğumuz için sadece bize mi gösterilmekteydi?
***
Kan, idrar ve sair tahlillerin sonuçları kısa zamanda çıktı. Bütün tetkiklerin sonucunda bizi hastane içerisindeki başka bir binaya sevk edeceklerini, tedavinin orada yapılacağını söylediler: O’tkır Dıareya Kasallık Bölümü.
Anladığımız kadarıyla bu akut ishal hastalıkları bölümüydü. Bir nevi sanatoryum… Bizim hastaya üç gün yatış verilmişti. Bir hemşirenin nezaretinde, yaklaşık iki yüz elli metre mesafedeki binaya tekerlekli sandalye ile gidiyorduk. Etrafta küçük bir sokak lambası dahi yanmıyor, önümüzü ancak telefon ışıklarıyla aydınlatabiliyorduk. Çevremizde sarkan dalların gölgeleri yolumuza düşüyordu. Bunların ne ağacı olduğunu fark edemesek de sağımız solumuz tamamen bahçelikti.
***
Dış kapıdan sanatoryuma girdiğimizde, bir karar vermemizi istedi başhemşire. İçeriye hastanın yanına ancak bir kişi refakatçı alınabilecekti. Gürhan, refakatçı oldu. Şah-ı Nakşibendi’ye girdiği gibi yine kapıdan içeri girivermişti. Bizse Resul’le bu yaşananları henüz tam olarak algılayamadan sabah erken saatte kalkacak trenimizin biletlerinin ne olacağını düşünüyorduk. Gürhan, Haşim’i yatağına yatırıp tekrar yanımıza geldi.
***
Ne yapacağız?
***
Birkaç saat sonra trenimiz Hive'ye hareket edecekti ve yine birkaç gün sonra arkadaşlarımızın çoğu uçakla Türkiye’ye dönecekti. Haşim ağır hastaydı ve en az üç gün hastanede yatması gerekmekteydi. Sonrası henüz belli değil.
***
Bir kısmımız yola devam edip bir kısmımız Haşim’le kalabilirdi. Ama bunu kimsenin kabul etmeyeceğini peşinen biliyorduk. Küçük bir istişareden sonra şu karara vardık. Gürhan, refakatçı olarak öğleye kadar hastanede kalacak; dinlenmiş arkadaşlardan biriyle öğleden sonra yer değiştirecekti. Biz de Resul’le bu sabah kalkacak trenimizin biletlerini iptal ettirebilmek için hemen Buhara Tren İstasyonu’na gidecektik.
***
Hava artık ışımaktaydı. Hastanenin kantini henüz açılmadığından aç midelerimize bir şey koyamıyorduk. Bahçedeki ağaçlar elmaymış. Olgunlaşmış meyveleri toplayarak bir kısmını Gürhan’a bıraktık. Geri kalanını yiye yiye hastaneden ayrıldık.
***
Seyahatimiz boyunca karşılaştığımız en acemi taksiciye rast geldik. Bizi Buhara Tren Garı diye şantiyelere, olmadık tren istasyonlarına sokuyordu. Sonunda hafızamıza güvenip kendi tariflerimiz üzerinden istasyonu bulduk.
***
Genç gişe memuru biletlerimizin iptalini kabul etti; ancak biletlere verdiğimiz paranın yarısını ceza olarak kırdı. Başka çaremiz yoktu. Memur, toplu halde değil de 8 bileti tek tek iptal ediyordu. Numara giriyor, biletlerin üstünü kırmızı kalemle çiziyor, çıktı alıyor... Bu işlemleri yaparken bir taraftan da Türkiye’de bir müddet yaşadığını, Türkiye’nin bir mafya ülkesi olduğunu anlatıyordu.
***
Dizilerden mi seyrediyorsun deyip başta pek ciddiye almasak da memurun, bizzat yaşadığı tecrübeler üzerinden anlattıklarına şaşmamak elde değildi. Türkiye’de hangi şehirde, hangi semtlerde ne gibi mafyaların olduğunu, hangi pis işleri yaptıklarını ayrıntısıyla anlatıyordu. Ülkemizin yurt dışındaki namı biraz da olsa moralimizi yerine getirmişti.
***
Otele geldiğimizde sabah saat yediyi geçiyordu. Zihnen ve bedenen çökmek üzereydik. Uyanık arkadaşlara hastanedeki durumu kısaca özetleyip yattık. Öğleye doğru kalktığımızda müjdeli haberi arkadaşlardan öğrenecektik.
***
-Ayollar izin vermiş. Bizimkiler hastaneden çıkıyor!
***
Haşim, kendini iyi hissediyormuş. Yediği iğneler, içtiği ilaçlar tesirini hemen göstermiş. Öğleden sonra da hastaneden çıkışını alabilecekmiş.
***
Nasıl olmuştu? Haşim’in dün geceki halini görüp de hemen ayaklanabileceğine hiçbirimiz ihtimal vermemiştik. Haşim’in hastalığına herkes çok üzülmüştü; ama içten içe de sevinmiştik. Bir çelişki değildi bu.
***
Haşim’in hastalığı sebebiyle ilk defa kimse otelden çıkmıyor, herkes yatıp uyuyordu. Günlerin uykusuzluğu ve yorgunluğu Haşim’in hastalığı sebebiyle telafi edilmeye çalışılıyordu. Haşim, herkese şifa olmuştu. Belki diğer arkadaşlarda çıkabilecek başka sağlık problemleri, Haşim’in hastalığıyla ötelenmişti. Haşim hepimizi dinlendirmişti.
***
Bu sevinçli haber, dün geceki kaygılı ortamımızı espriye dönüştürmeye yetmişti. Serkan'ın diline pelesenk olan replik hep aynıydı:
-Ayollar izin vermiyormuş..!
Tabii aklımıza takılan bir soru da şuydu. Haşim, hastaneye ne kadar ödemişti? Otele geldiklerinde öğrendik ki hiçbir şey ödenmemişti.
***
Hastane herhangi bir ücret talebinde bulunmamış. Misafir olduğumuzdan mı? Hayır! Oteldeki ablalar, Özbekistan’da devlet hastanelerinin, sağlık güvencesine bakılmaksızın herkese parasız hizmet verdiğini söyledi. Tabii burada hastayı özel hastanelere sevk etmek de pek yaygın değilmiş.
***
Konu, uzmanlık gerektirecek bir mesele. Edinmiş olduğumuz küçük bir tecrübeden genel yargılarda bulunmak istemeyiz elbet. Ancak hastanede gördüğümüz muamele candan, ilgili ve insaniydi. Teşhis ve tedavi de isabetliyken bunlara karşı bizden herhangi bir bedel istememeleri takdire şayandı.
***
Peki şimdi ne yapacaktık? Harezm’e tekrar bilet bulabilecek miydik? Sabahki bilet iptal işlemlerini Resul’le yapmıştık, yarın için yeni biletleri almaya da yine bizi göndermişlerdi. Bu defaki gişe memuru, sabahki genç gibi uçarı değildi. Orta yaşlı, resmi kıyafetli, ciddi konuşan bu memura yarın sabah için Hive’ye bilet istediğimizi hem sözlü hem de Özbekçe çeviri programından yazılı olarak ifade ettik. Alacağımız tarihi de ajandadan gösterdik. 8 bileti kaptığımız gibi hemen bir taksi çevirdik.
***
Otele dönüş için istasyondan ayarladığımız taksici çok konuşkandı. Gelene kadar Çar Minare ve Çar Bekir’i görmeden Buhara’dan ayrılmayın tembihinde bulundu. Biraz da onu hoşnut edebilmenin duygusuyla tamam, söz gideceğiz deyiverdik. Tabii bizim oteldekilerin ahvali nasıldı? Yeniden geziye çıkabilmeye kimsenin şevki kalmış mıydı?
***
Taksiciye nasıl olduysa tam otelin önünü tarif edememiştik ya da taksici adresimize yaklaşık olarak vardı derken bir sokak geride indik. Başımızı çevirdiğimizde köşe başında bir küçük mezar durmaktaydı. Mermer kitabesinde Tacikçe şunlar yazılıydı:
***
Ben bir garibin mezarıyım,
Bir gün bu dünyadan ayrılırım,
Bu toprak beni ayırır, yutar,
Eğer bir mümin kişi bana bakarsa,
Toprağımın üstüne basarsa
Benim için dua etsin.
***
“Garibin Mezarı” adıyla anılan bu ziyaretgah bize Karac’oğlan’ın çok sevdiğimiz ve her fırsatta ezgisiyle söylediğimiz “Gurbette Ömrüm Geçecek” şiirini hatırlattı, müteessir olduk.
***
Dünya derler o da fâni,
Toprak emer tatlı canı,
Hasta düştüm ilaç hani,
Bir acısız ölüm de yok!
***
Ne garip bir hayatın içindeydik böyle. Bir seviniyor, bir üzülüyorduk. Tesadüf, tevafuk, talih... Nakışları okuyabilmek ne kadar zor!
