Açılın Kapılar Şah'a Gidelim (Türkistan Notları-9)
Meşakkatliydi…
***
Az yiyorduk, az uyuyorduk ve çok yürüyorduk. Yarınımızı bilmeden; çok plansız, az hesaplı… Sınırlarımızı zorlarcasına yaşıyorduk meşakkati.
***
Niçin?
***
Gördüğümüz yerleri gösterebilmek, meşhur binaların önünde fotoğraf çekilebilmek ve tatmadık lezzet bırakmamak için mi?
***
Ya da…
***
Heyecan içinde egzotik dünyaların perdesini aralamak, vücut kimyamıza adrenalin pompalamak için mi?
***
Hayır! Pasından, kirinden arınık bir aynaydı aradığımız.
***
Uyandık… Birkaç saatlik uyku pekâlâ yeterdi bize.
***
Geldiğimizden beri arzulayıp bir türlü yiyemediğimiz meşhur Özbekistan tarvuzunu (karpuz) sonunda kesip afiyetle yiyebildik. Hâlbuki bu karpuzu otele gelirken almıştık. Hava öylesine sıcak, öylesine bunaltıcıydı ki vücudumuzdaki su kaybını bununla dengeleyip ferahlayacaktık. Lakin yorgunluktan karpuza bakacak hâl mi kalmıştı? Uyuyakalmıştık.
**
Güler yüzlü, müşfik ablalar mutfaklarını bize bırakmışlardı. Buraya istediğimiz zaman girip Türk kahvesi pişiriyor, yumurta kırabiliyorduk; bir yakının evindeymişiz gibi... İtiraz etseler de bulaşığımızı kendimiz yıkıyorduk.
***
Abdalın karnı doyunca gözü pabucuna bakarmış. Çıktık dışarı…
***
Otelimiz şehrin tarihi bölgesindeydi. İlk durağımız, biraz ilerimizde bulunan Uluğ Bey ve karşısındaki Abdülaziz Han medreseleriydi. Birbirini tamamlayan karşılıklı bu iki medrese, isimlerini banileri olan dönemlerinin hükümdarlarından almaktaydı.
***
Farklı dönemlerde inşa edilmiş olsalar dahi iki yapı da Türkistan mimarisinin zirve çağını aksettirmekteydi. Haşmetli yapıların her ikisinde de sırlı çini işçiliği, hatlar, geometrik desenler, geleneksel motifler yer almaktaydı. Abdülaziz Han Medresesi’nin taç kapısında, mavinin yanında sarı çinilerin de kullanılması dikkat çekiciydi.
***
Dışarıdan baktığımızda ne kadar etkileyici olursa olsun, binaların içine girdiğimizde çoğu kez hayal kırıklığı yaşamaya alışmıştık. Ayaktaydılar, ama kimliklerini okuyamıyor, hangi işlevle kullanıldığını bir türlü tanımlayamıyorduk. Bir geçiş dönemindeydi bu binalar ve içlerinde faaliyet gösteren satıcılara: Aman boş kalmasın, siz bir müddet bekleyin buraları, denmişti sanki.
***
Mir-i Arab Medresesi hariç.
***
16’ncı yüzyılda Şeybaniler döneminden kalma bu medrese, ismini Buharalıların çok sevdikleri Şeyh Abdullah Yemani’den almaktaydı. Mir unvanını şehzadeliğinden alan Yemenli Abdullah, Peygamberimizin işareti üzerine Buhara’ya gelmiş ve bölge insanını irşat etmeye başlamıştı. İslam Medeniyeti’nin canlı olduğu dönemler hakkında malumatı olanlar için şaşırtıcı bir durum değil bu. Yemen’den Türkistan’a, Endülüs’ten Konya’ya, Semerkant’tan İstanbul’a, Horasan’dan Hicaz, Bağdat, Şam, Kahire’ye… Dar’ul İslam bütünüyle alimlerin, şairlerin, dervişlerin müşterek yurduydu.
***
Sovyet döneminde, Türkistan’da açık kalmasına izin verilen tek medrese olduğu söylenen Mir-i Arab medresesi hâlâ faal. Yaz dolayısıyla öğrencileri tatilde olan medresenin iç kısmına girmemize müsaade edilmese de görevlilerden medrese hakkında genel bilgiler edindik.
***
Medresenin karşısında şimdiye kadar görmediğimiz büyüklükte abidevi bir cami ve onun devasa minaresi vardı. İlk defa Karahanlılar döneminde inşa edilen Kolan (Kalan) Camii, Moğol istilasıyla yıkılmış; fakat minaresi sağlam kalmış. Camiden bağımsız, yükseldikçe daralan dairesel kule şeklindeki minare, ihtişamı ve süslemeleriyle oldukça göz alıcıydı.
***
Kolan Camii, bugünkü haliyle 16’ncı yüzyılda yeniden inşa edilmişti. Namaz vakitleri dışında camiye giriş ücretli olmasına rağmen görevlilere, namaz kılmak için camiye girdiğimizi söyleyerek herhangi bir ücret ödememiştik. Ancak İkindi namazını kıldıktan sonra caminin güzelliğini fotoğraflamak istediğimiz için görevliye tekrar dönüp giriş ücreti ödedik. Fotoğraf parası yani.
***
Uluğ Bey, Abdulaziz Han, Mir-i Arab Medreseleri… Toqi Sarrafon Çarşısı… Kalon Camii ve Minaresi… Mekanlar birbirine çok yakın ve hemen hepsi Po-i Kalan Meydanı’nın çevresinde konumlanıyordu. Hâl böyle olunca daha önce gördüğümüz ziyaretçileri -hele ki Türk ise- hemen tanıyabiliyorduk. Bizden önce Uluğ Bey Medresesi’nin önünde fotoğraf çekilmekte olan iki Türk hanımefendi vardı. Biz her iki medresenin içini ve dışını gezip bitirmemize rağmen onlar, aynı yerde şekilden şekle girerek fotoğraf çekme seansını bitirememişlerdi. Yakalamak istedikleri neydi?
***
Peki ya biz… Biz neden fotoğraf çekiyorduk?
***
Yaşadığımız çağın çocuklarıydık biz de. Eleştirdiğimiz her şeyden bize de bir pay düşmekteydi ve kınadıklarımızı yaparak kendi çelişkilerimizde biz de boğulmaktaydık. Yine de bu anafordan çıkabilmek için elimizi uzattığımızda, elimizi tutan şey, anlamdı. Neyi, niçin yaptığımızın anlamı…
***
Anlamdan yoksun bir fotoğraf; mekânı, ruhundan soyutlayarak paylaşım yapılacak bir tüketim nesnesine dönüştürür. İnsanı kayba uğratır, insan kaybolur… Karşı durulması gereken şey, insanın da mekânın da pazarlanmasıdır. Fotoğraf, yapılan paylaşımlarla hem mekânın hem öznenin pazarlanmasına aracılık ederse; kişi, önünde durduğu mekânı tutmak isterken ânı ıskalar.
***
Po-i Kalan Meydanı’nda ziyaret ettiğimiz son yer, Arab Tili va xattotlik Markazi (Arap Dili ve Hattatlık Merkezi) idi. Burada hat derslerinin verildiği bir hat müzesini göreceğimizi düşünürken; içeride küçük çocukların Elifba okuyup, Kur’an-ı Kerim öğrendiklerine şahit olduk. Bu bizi şaşırtmıştı. Zira Taşkent’te bir medrese görevlisinden edindiğimiz bilgi; bu ülkede 18 yaşına kadar çocukların, camiler de dahil olmak üzere kurumsal bir çatı altında din eğitimi almalarının yasak olduğuydu. Fakat burada dil kursu adı altında da olsa Kur’an eğitimi veriliyordu. Öğrencilerin velilerinden aldıkları muvafakatnameyle mevzuattaki yasaklar ve sınırlandırmalar bir şekilde aşılabiliyordu.
***
Sokaklarda dolaşırken rastladığımız Mir Said Kemal Medresesi, gezdiğimiz diğer büyük medreselerin resmi havasından uzak, daha sivil, bir mahalle mektebi gibi daha içten geldi bize. Eski, ama güzelliğini yitirmemiş, orijinal ahşap kapısını aralayarak girdik içeri. Büyük bir ağaç gölgeliyordu avluyu. Restorasyonunu yapan ustalarla candan bir sohbetin ardından ayrıldık.
***
Buhara Zindanı’nın önünde elektrikli bir gezi arabası durdurduk. Kısa bir pazarlığın ardından hepimiz etrafı açık olan bu araca doluşmuştuk. Araç hızlandıkça efil efil bir rüzgâr… Serinliyorduk. Genç şoförün hoplaya zıplaya kontrolsüzce girdiği kasislerden birinde takılıp kaldık. Bir geminin karaya oturması gibi… Askıdaki araç ne ileri ne de geri gidebiliyordu. Çaresiz araçtan inip tekrar bindik derken bir lunaparkın içine daldık. Panayır ortamını andıran bu mekânda Buharalılar, çoluk çocuk eğlenmekteydiler. Dönme dolapların, çarpışan arabaların, atlı karıncaların, atış alanlarının rengarenk ışıkları arasından yemyeşil ağaçlık bir parka girdik. Akşam olmak üzereydi. İşte tarihi bölgenin dışında kalan Samani Türbesi buradaydı.
***
Abbasi Devleti’nin zayıflamasıyla bölgede güçlü bir hakimiyet kuran Samaniler döneminde 10’uncu yüzyılda inşa edilmişti. İsmail Samani Türbesi, Orta Asya’da inşa edilen ilk türbe olma özelliği taşımakta. Bu yapı, yaşanan kum fırtınalarından dolayı zaman içerisinde toprak altında kalmış ve bu sayede Moğollar tarafından tahrip edilmekten kurtulmuştur. Kübik tarzda, karmaşık tuğla işçiliği ve geometrik bezemeleriyle adeta bir dantel gibi işlenen türbe, Türkistan ve Anadolu’da inşa edilen ardıllarına da örneklik teşkil edecekti.
***
Yorulmuştuk. Acıkmıştık. Bitkindik.
***
Akşam yemeği için Po-i Kalan’a yakın bir restorandaydık. Genelde et türleri ve pilav yiyor, yanında da ayran içiyorduk. Ancak buranın ayranı fazlasıyla ekşiydi. Yedik içtik. Gün boyunca bir şey yemediğimiz için akşam yemeklerini fazla kaçırabiliyorduk.
***
Buradan çıkıp, meydandaki kafeteryada keman sesi eşliğinde çaylarımızı ve kahvelerimizi yudumladık. Gidemediğimiz birçok yer olmasına ve Buhara’ya veda etmek istemeyişimize rağmen sabahleyin Buhara’dan ayrılacaktık. Biletlerimizi almıştık.
***
Gün bitmiş, gece yarısına yaklaşmıştı vakit. Bu saatte kapalı da olsa mutlaka görmemiz gereken bir yer vardı. Kendisini görmeden asırlar boyunca insanlar ona bağlanmıştı. Fakat onun diyarına gelip bu kadar yakınlaşmışken, kapısının eşiğinden de olsa selam vermemek olmazdı.
***
Buhara merkezden 45 dakikalık bir taksi yolculuğu yapacaktık. Taksileri gidiş dönüş tuttuk. Çünkü mekân kapalı olacağından tekrar taksi çağırmakla zaman kaybetmemeliydik. Haşim, midesini tutuyordu. Muhtemelen yedikleri dokunmuştu. Normalde taksicilerle sohbet etmeyi severdik, ama yorgunluktan ağzımızı bıçak açmıyordu artık. Bir an evvel menzilimize varmak istiyorduk.
***
Mekâna vardığımızda taksicilere beklemelerini, binayı dışından da olsa bir ziyaret edip hemen döneceğimizi söyledik. Haşim’in midesindeki kramplar artmıştı. Siz gidin, ben yolun kenarındaki tesiste dinleneceğim, dedi.
***
Yolun karşısına geçip kapısına vardığımızda saat tam 1’di.
***
Tenha, sessiz, zifiri karanlıklar içindeydi her yer. Etrafta kimsecikler yoktu. Tahmin ettiğimiz üzere kapılar kilitli, pencereler kapalı, perdeler örtüktü.
***
Ne yapacaktık? Uzaktan bir selam verip geri mi dönecektik?
***
Arkadaşlardan biri öne atıldı:
***
-Gecenin bir vakti Şah-ı Zinde’nin kapıları nasıl açıldıysa bize, Şah-ı Nakşibendi’nin kapıları da açılır, kim bilir!
***
-Deneyelim öyleyse.
-Sırayla hepimiz çalalım kapısını tek tek.
-Bakalım kime açılacak?
Sustuk…
Tak tak tak!
Kulak kesildik içeriye.
Cevap yok!
Sıradaki şiddeti artırarak vurdu.
Pat pat pat!
Nefesimizi tutmuş dinliyorduk…
Cevap yok!
***
Edep erkan kalmamıştı. Sıradaki kişi daha da pervasız yumrukluyordu kapıyı.
Güm güm güm!
Ümitler tükenmek üzereydi…
Cevap yok!
Sıra kimde?.. Geride duran Selami’de.
-Neredesin Selami?
***
Sadece karanlıkta değil; her zaman kendini gizleyen, çözülmesi zor, ketum adamdır bizim Selami.
-Sıra sende Selami!
Selami, ağır adımlarla yaklaştı kapıya.
-Tık tık tık!
Bu cılız vuruş azalan ümitlerimizi hepten söndürmüştü.
Ses yok! Derken…
Gaipten gelen bir sesle irkildik.
***
-Geri çekilin!
